Bu üç düzlem, geniş bilimsel araştırmalara konu teşkil edecek nitelikte birbirlerine göre Önemli farklılıklar göstermektedirler. Temel teorik hukuki çerçeveye bağlı kalınarak İslam tarihînde Kitabu'l-Haraç'lar, Kİtabu'l-Emval, tarih ve hadis ve fıkıh klasiklerinde konuya atfedilen önem bir kenara bırakılırsa, modern zamanlarda İslam'da toprak hukukunu, tarihsel uygulama biçimlerini ve bugünkü durumunu geniş ölçüde ele alıp derinliğine araştıran eserlerin yeterli düzeyde olmadığını belirtmek gerekir. Oysa başta hadis ve fıkıh kaynaklarında konuyla ilgili hayret verici zenginlikte bilgi ve malzeme halen konuya eğilecek araştırıcıları beklemektedir.
Bİz burda ağırlıklı olarak İslam'ın ilk dönemlerinde teşekkül eden teorik hukuki çevçeve-den hareketle, toprak meselesinin hangi etkenler sonucunda ilk müslüman toplumun gündemine girdiği ve oluşan teorik hukuka nasıl temel teşkil ettiği konusu üzerinde duracağız.
Bu arada şunu zikretmekte yarar var: İslam'da toprak hukuku teşekkül ettiğinde, bu olay, durup dururken, ne konuyla ilgili inen vahyin açıklayıcı ilkeleri, ne de sünnet vaz'e-den Hz. Peygamber (s.)'in teorik öngörmele-riyle oldu. Bu konu hicretten Peygamber'in vefatına kadar (622-632) süren bir zaman aralığına yayılmış olan önemli sosyal, askeri, siyasi ve ekonomik gelişmelere parelel olarak müs-lüman toplumun gündemine girmiş ve farklı zaman, yer ve tarzlarda geliş durumuna ve özel şartlarına göre bizzat Hz.Peygamber'in dahliyle hukuki bir temele oturtulmuştur. Dolayısıyla teorik hukuki çerçeveye asıl ve gerçek karakterini kazandıran bizzat Hz. Peyganı-ber'in kendisidir. Hz.Ömer'in Irak topraklarında geliştirdiği yeni fey' uygulamasının yakından düşünüldüğünde bu ilk nebevi modelden farklı olmadığı görülür. Nitekim toprak meselesi içinde olmak üzere, savaş ganimetleri, taşınır ve taşınmaz malların vergiye tabi tutulması, bülçe teşkili, bütçe gelirlerinin belli kurallara göre harcanması toplumun farklı İktisadi gelir seviyelerinde yer alan bireyleri arasındaki bölüşüm vb. İktisadi ve mali bütün meselelerde savaşlar, askeri fetihler, karşılıklı İmzalanan siyasi antlaşma ve kurulan dİnİ-sosyal ilişkilerin payı birinci derecede önemlidir, Ancak burda, gelişen ve değişen maddi yapının, üretim biçiminin bir "üst-yapı kurumu" olarak hukuku belirler tarzındaki batılı bir paradigmanın açıklayıcı olamayacağını özellikle vurgulamak lazım. Çünkü gerek ayetlerin nüzulüne, gerekse hadislerin vürudüne yol açan bir takım maddi, insani ve toplumsal nedenler (Esbab-ı Nüzul, Esbab-ı Vürud) var. Ne var ki, bu nedenlerin hiç biri genel bir ilkenin veya bir hükmün teşekkülünde belirleyici rol oynamaz, aksine sadece ilkeyi ve hükmü salt spekülatif bir öngörü olmaktan çıkarmaya yardım eder. Çünkü bu ilke ve hükümlere muhatap olan İnsan toplumu hükmün özünü somut veriler ışığında daha iyi kavrar. Nitekim genel konuya İlişkin olarak "Nüzulün hususiliği hükmün umumiliğine mani değildir" denmiştir ki, bunun anlamı bir hüküm ortaya çıktığında, onun çıkışına ve teşekkülüne neden teşkil eden özel şartlar, sosyal ve maddi öğeler hükmü bütün zamanlar için sınırlamaz demektir. Toprak hukukunun teşekkülünde de gözlenen bundan farklı bir şey değildir.
İşte bu bağlamda Bedir savaşını müteakib ganimetlerin paylaşılması meselesinin gündeme gelişi, Beni Nadir, Beni Kaynuka ve Beni Kurayza yahudİ topluluklarının Medine ve civarından sürgünü, Hendek kuşatması, Hay-ber'İn fethi, Huneyn gazvesi, Fedek topraklan çevresinde çıkan tartışma Mekke'nin İslam topraklarına ilhakı ile Dumetu'l-Cendel vb. küçüklü büyüklü siyasi ve askeri olaylar, yeni İslam toplumunun sosyal, ekonomik ve siyasi, hatta ruhi ve ahlaki alanlarda teşekkülü yönünde önemli roller oynamışlardır.
Yine de toprak hukukunun teorik düzeyde teşekkülü sözkonusu olduğundanda, Asr-ı Saadet bağlamında Beni Nadir, Hayber'İn fethi ve Hz.Ömer (r.a) zamanında Kadİsİyye savaşıyla İslam topraklarına katılan Scvad arazisinin ortaya çıkardığı durum başlı başına ayrı bir önem taşır; hatta denebilir ki, bu üç olay sadece kendi başlarına İslam'ın toprak hukukuyla İlgili temel teorik çerçevesini tespit etmeye yeter.
Bilindiği gibi Beni Nadir adlı bir Yahudi kabilesi Medine'de oturmaktaydı. Müslümanlarla aralarında çıkan çözümsüz bir anlaşmazlıktan sonra. Beni Nadir kabilesi kuşatma altına alınınca, Yahudiler topraklarını terketmek zorunda kaldı. Bu olay üzerine "fey" ayeti indi ve savaş sonucu olmaksızın barış yoluyla İslam hakimiyetine geçen toprakların özel mülkiyete konu olamayacağı, gelirlerinin Kur'ân'da gösterildiği gibi toplumun genel İhtiyaçlarını karşılamak üzere harcanacağı meselesi hükme bağlandı.
Hicret'in 7. yılında fethedilen Hayber'de ise bambaşka hukuki bir durum ortaya çıktı. Hay-ber, savaş sonucu İslam topraklarına dahil edildiğinden, Peygamber tarafından "ganimet" statüsüne sokularak arazisi müslüman askerler arasında dağıtıldı ve genel kabul gören görüşegöre toprakları kişilerin özel mülkiyetine geçirildi. Haybcr'in fethi genel ekonomik refah seviyesinin iyileşme belirtileri göstermesi bakımından da önemlidir; çünkü HzAişe'-nin: "Hayber fethine kadar hurmaya (bile) doymuş değildik" dediği rivayet edilir ki, bu, o güne kadarki müslüman toplumun ekonomik sıkıntısını anlatması bakımından ilgi çekicidir.
Hz. Ömer zamanında Sa'd bin Ebi Vakkas
komutasında kazanılan Kadisiyye savaşından sonra toprak hukuku çevresinde çıkan tartışma konuya yepyeni bir boyul kazandırdı. Konu daha o gün bile Talha ve Abdurrahman bin Avf gibi önde gelen sahabelerin şiddetli itiraz ve tepkilerine yol açmış, ancak Hz. Ömer son derece cesur ve hayranlık uyandırıcı kararlar alıp Irak'ın Sevad arazilerini -savaş yoluyla ele geçmiş olmalarına rağmen- fey statüsüne sokarak savaşçı askerler arasında dağılmamıştı. Hatta bir rivayete göre, askeri desteklerini kazanmak amacıyla toprak vadinde bulunup kendilerine tahsis ettiği toprakları Buceylc kabilesinin elinden atmış, karşılığında bir miktar para vermişti. Hz. Ali (r.a) gibi derîn İslami bilgi ve ietihad gücüyle ün salan büyük sahabi-lerin desteğini de kazanan Halife Ömer, Haşr suresinin ilk ayetlerini içtihadına delil göstererek, Hz. Peygamber1 in Haybcr'de yaptığının aksine toprakları dağıtmamış, devlet mülkiye-tinegeçirmiştir. Oysa savaş sonucu ele geçtiği için normalde "ganimet" statüsüne alınması bekleniyordu. Hz. Ömer ise, topraklan "f'ey" hükmüne sokarak eski sahipleri elinde bıraktı, buralardan elde edilen gelirleri devletin büyüyen ordu ve nüfusu artış gösteren müslü-man toplumun yararına kullanılmak üzere Beytü'l-Mal'de topladı.
Hz.Ömer'in bu cesur kararları alırken öne sürdüğü gerekçeler hayli anlamlıdır, hatta toprak hukukunun teşekkülü ndc rol oynayan gerçek faktörleri açıklaması bakımından önemlidir. Ona göre, müslüınan toplumun nüfusu ve ordunun askeri ihtiyaçları fazlasıyla artmıştır; sabit gelirlerle bunları karşılamak artık mümkün değildir. Oysa Scvad zengin, verimli ve geniş bir arazidir, hurdan topianacak gelirler ihtiyacı karşılayabilir. Bir başka gerekçesi, doğrudan İslam Öncesinden beri sürüp gelen feodalitenin yıkılması, arazi üzerinde çalışan mülksüz İnsanların özgürlcşlirilmesi, halta yeni bir feodal düzenin teşekkülüne karşı köklü tedbirlerin alınmasıyla İlgilidir. Nitekim Halİ-fe'nin yaptırdığı bir hesaba göre, eğer o günkü şartlarda toprakları Hayber'de olduğu gibi savaşçılar arasında dağıtacak olsa, her bir savaşçıya yerli halktan İkİ-üç aile düşecek ve bu aieleler bu şahısların malı olacaktı. Buysa kadim feodalitenin devamına göz yummaktan başka bir anlama gelmezdi. İslamiyctin ruhuna aykırı olduğu anlaşılan böyle vahim bir uygulamanın hemen Önüne geçmek gerekliydi ki, Hz.Ö-mer, bütün direnmelere göğüs gererek bunun önüne geçme konusunda herhangi bir tereddüt göstermedi.
Yine onun belirttiğine göre, bu topraklarda, yani fey'de yalnız savaşa katılanların ve o gün içinyararlananların değil, Sana'da çobanlık yapan İnsanın ve kıyamete kadar gelecek bütün müslüman kuşakların yararlanma hakkı var. Haşr suresine dayanarak vardığı bu sonuçtan sonra Hz. Ömer, ileride bütün toprakların bir kaç güçlü ve zengin ailenin eline geçmesine izin verip yeni bir feodalitenin teşekkülüne sebep olmak istemediğini söyledi.
Bu üç örnek de gösteriyor ki, ilk İslam toplumunda (Asr-ı Saadet) toprak hukuku teşekkül ederken, hareket noktası teorik mülahazalar ve düşünceler değil, o günkü müslüman toplumun genel durumu, yararı, kısaca sosyal ve maddi yapısının arzettiği özel şartlar etkileyici rol oynamış, ama her durumda ve varılan sonuçta geleneksel Bizans ve İran feodal nizamına karşı köklü tedbirlerin alınması birinci derecede gözönünc alınmıştır. Temel amaç, insanları bütün maddi ve zorlayıcı bağlardan kurtarmak suretiyle özgürleştirmek, sağlam bir tercihte bulunmalarına yardımcı olmak, insanın insanı kul ve köle edinmesine yol açan maddi ve zorlayıcı nedenleri ortadan kaldırmaktı. Hz.Ömer bunu "Kullar Allah'ın kulları, şehirler (veya topraklar) Allah'ın şehirleridir" şeklinde formüle ediyordu. Elbette ekip biçtiği toprakta ırgat, köle veya serf konumunda çalışan insanların, üretici geniş ailelerin, toprak mülkiyetine dayanarak geniş bir egemenlik ağı kurmuş siyasi, ekonomik ve askeri güçlere karşı koymaları kendilerinden beklenemezdi. Ama kendileri de toprakla çalışıp vergisini devlete veren birer hür insanlar konumuna yüksellilirsc Hak'kı, adaleti, doğruyu ve hidayeti seçmeleri kolaylaşır. Temel üretim faktörünün ve en başla gelen zenginlik kaynağının toprak olduğu bîr dönemde İslamiyetin getirdiği bu yeni hukuk anlayışı ve uygulama tarzı, kadim zamanlardan beri birer köle, ırgat ve serf durumunda çalışan, karın tokluğuna toprakla birlikte kendileri de toprak sahibinin mülküne geçen kavimlerin bir anda müslümanf ığı seçmelerine yol açmış, feodalite yıkıldıkça İslami fetihlere de yayılma şansı kaza ndırmışıır.
Emcvİlerden sonra tedrici ve nisbi bozulmalar olmasına rağmen, denebilir ki son Osmanlılara kadar tarihte İslam toplumlarının tanık olduğu hukuki uygulama, ana hatlarıyla bu espriyi yansıtır nitelikte sürmüştür. İkta, miri arazi, vakıf, haraç, fey, mülk arazi, mevat türlerine ayrılan arazi çeşitleri bu genel ilk hukuki çerçeveden destek alır. Kuşkusuz İlk ve en büyük sapma, önce Emcvilcr'de başlayan ve 1595 yılında Osmanlı toprak düzeninde kurumlaşma seviyesine ulaşan "iltizam usulü"-nün İslam toprak hukukuna girmiş olmasıdır. Topraklan elde edilecek vergiyi üretim sürecinden önceki bir safhada satışı esas alan bu İslam-dışı uygulama toprak düzeninin köklü bozulmalara uğramasının en başta gelen amilleri arasında yer alır.
Şimdi biz ilk leorik hukuki çerçevenin oluşmasına yardım eden bu tarihi gelişimi böylece ana hatlarıyla anlattıktan sonra, yine teorik hukuki çerçeveye bağlı olarak İslam'da arazilerin kaç çeşide ayrıldıklarını, her arazi çeşidinin özel hukuki durumunu ve bunun mülkiyet ilişkisi içindeki yerini de kısaca özetleyelim.
İslam'da toprak mülkiyelinin hukuki anlamda iki ana statüye ayrılabileceğini söylemek mümkündür. Bu da özel mülkiyet ile Bcy-tü'I-Mal'ın tasarruf ve kontrolünde toplanan kamu mülkiyeti. Ancak buradaki "tasarruf" teriminden bizzat Bcytü'l-Mal'ın toprağı işletme ve ondan gelir temin etme şeklinde çok, ra-kabesi kendinde olmak üzere haraç veya öşür (vergi) karşılığında toprağın özel fertlere veya üretici çiftçi ailelere devredilmesi şeklini anlamak lazım. Kimi hukukçular, buna doğrudan devlet mülkiyeti veya toplum mülkiyeli demc-yİ tercih ederler. Gerçekte ise özel mülkiyet de, kamu devlet ve toplum mülkiyeti deyimi de modern zamanlara öz"ü tanımlamalar olarak karşımıza çıkarlar. Klasik hadis ve fıkıh kaynakları İle Kitabu'I-Emval ve Kitabu'1-Ha-raç'larda yer alan tasnif başka ölçü ve tanımlamalara göre yapılmıştır. Bu tasnifte mülk arazi, fey arazisi, haraç/miri arazi, ikta arazisi, mevat arazi ve vakıf arazisi gibi tanımlamalar kullanılmıştır. Dolayısıyla yakın çağın ve modern zamanların önemli bir sorunu olarak ortaya çıkan loprakta mülkiyet biçimi ve İlişkisinin İslam hukukunda ve kaynaklarında işgal ettiği yeri doğru kavrayabilmek İçin tasnife esas alınan terim ve tanımlamaların İyi ve doğru anlaşılması gerekir. Aksı halde bir çok konuda olduğu gibi, bu konuda da içinden çıkılması güç kavram kargaşasına düşmek mümkündür.
Nitekim mülkiyet biçimi bazında modern terimlerin İslam hukukuna uygulanmasında gözlenen karışıklığın benzeri bir karışıklığa İslam hukukunda rastlanır. Sözgelimi genel tasnifle yer alan Haraç arazisini özel mülkiyete miyok-sa devlet veya toplam mülkiyetine mi dahil etmemiz gerektiği meselesi başlı başına bir güçlük çıkarır. Çünkü bir dönemde İslam sınırlarına dahil edilen topraklar konusunda devlet, içinde bulunduğu ekonomik, sosyal ve demografik duruma göre iki ayrı tercihte bulunabilir. Halıa mülkiyet biçimini tesbitte toprakların İslam hakimiyetine giriş şekilleri başlı başına bir kriterdir. Özellikle Haraç arazi çifte türde mülkiyete elverişli bir arazi çeşididir. Mesela bir Haraç arazinin rckabesİ eski sahipleri elinde bırakılmışsa, bu durumda üreticiler devlete sadece vergi (haraç) vermekle yükümlüdürler; işte bu toprak çeşidi Mülk-Harac Arazi bölümüne girer. Fakat rekabesi (mülkiyeti) devletin elindeyse, bu durumda sahipleri toprağın intifa hakkına sahiptirler ve devlete vergi vermekle yükümlüdürler. Bu toprak türüne de Haraç Arazi denir.
Şimdi biz İslam kaynaklarında yapılmış olan klasik arazi tasniflerine bağlı kalarak İslam hukukunda arazilerin kaç bölüme ayrıldığını göstermeye çalışalım. [1]
Mülk Arazi:
Sahipleri kendi rızasıyla müslü-man olanların toprağı genelde Mülk Arazi'-dir. Medine, Yemen, Taif ve Bahreyn gibi yerlerde yaşayanlar kendi istekleriyle miislüman olduklarından önceden sahip oldukları arazi İslami dönemde de kendi mülkleri olarak ellerinde kalmıştır. Farklı konumundan dolayı Mekke ayrı bir statüye tabidir ve* teorik hukuk açısından Mekke'nin kadim statüsü bugüne kadar sürmesi lazım.
Özel mülk arazisini doğuran bir başka amil de savaş sonucu elde edilen "ganimet" statüsüdür. Savaş sonucunda devlet başkanı, arazileri ganimet hükmüne alıp askerler arasında dağıtmaya karar verirse, arazi özel mülk olarak kİşİ-lerin işletme ve tasarruflarına verilebilir. Yine kimseye ait olmayan ölü topraklardan (me-vat) bir kısmının devlet başkanının İzniyle kişiler eliyle diriltilmesi, işlenebilir hale getirilmesi de (ihya) toprak üzerinde mülkiyeti gerekli kılan bir durumdur. Ancak ileride de görüleceği gibi, mevat iken ihya edilen arazi üç sene boyunca işletİlmeyip kendi haline bırakılırsa, arazi ondan alınır, işletebilecek olan başka bir şahsa devredilir.
özel mülkiyete konu olan diğer arazi çeşitleri de İkta ve Mülk-Harac arazilerdir. Devlet, bazı toplumsal ve mali yararları gözeterek kişilere veya çiftçi ailelere rakebesi kendi elinde olan arazilerden ikta yoluyla arazi parçalan verebilir; eğer bu araziler "temliki-İkta" şeklinde verilmişse, bunlar mülk arazi statüsüne girer. Bunun dışında miras, hibe ve vasiyet yoluyla da mülk araziler şahıslardan şahıslara intikal edebilir.
Mülk araziler de diğer arazi çeşitleri gibi vergiye tabidirler. Bu tür arazilerden alınan vergiye öşür denir. Bundan dolayı mülk araziye "ö-şür Arazi" demek de mümkündür. Konut ve onu tamamlayıcı alanlar, bahçe, arsa, kapı Önleri İle genellikle köy, kasaba ve şehir sınırları içinde yer alan alanlar mülk arazi içinde mütalaa edilir. Mera, otlak, ormanlar ve umumun yarannı doğrudan ilgilendiren alanlar özel mülk konusu olamaz. Peygamber'den rivayet edilen bir hadise göre "İnsanlar üç şeyde ortaktırlar. Bunlar da su, ateş ve otlaklardır" Bir başka rivayette bunlara tuz (madenleri) eklenmiştir.
Mülk arazî ölüm halinde tabii olarak taksime uğrar; bu taksimde İslam miras hukukunun temel hükümleri esas alınır. Bu da toprakların zaman içinde bir elde toplanmasını önleyen önemli bir tedbirdir. Mülk arazi temel özelliklerinden dolayı satılabilir, hibe edilir, vasiyet olarak bırakılabilir, vakıf olarak bağışlanır. Hukukçular Mülk Arazi'nin kiraya verilmesinde genel olarak sakınca görmemişlerdir. Bir görüşe göre, istenildiğinde metruk tutulabilir; ancak sahibi bilinmiyorsa kayıp mal (lu-kata) hükmüne tabi tutulup devlete İntikal eder. Mülk araziyle İlgili olan bu hüküm Mülk-Harac arazi için geçerli değildir. Mevat arazide olduğu gibi Mülk Haraç araziyi sahibi İşletebilecek durumda değilse ve eğer başka geliri yoksa isterse kiraya verir, isterse işleyebilecek durumda olan birine devreder. Arazinin muattal (İşlemez) kalmasına gözyumulamaz.
Mülk arazi hukuk ve resmi koruma altındadır, üzerinde başkaları tarafından haksız işlem yapılmasına, gasbedilmesine, izinsiz işgal edilmesine izin verilmez.
Mülk arazinin bir başka özelliği, daha taksimi sırasında kişinin ihtiyacı ve işleyebileceği miktarın önemle gözönüne alınmasıdır. Çünkü Ebu Ubeyd'in de belirttiği gibi, tabii ihtiyaçtan fazla olan arazi umumun yararına açılır. Nitekim Hz.Ömer'de temliki iktalarda bulunurken, kişilerin ve ailelerin İşleyebilecekleri miktarda toprak vermeyi esas İlke kabul etmiş,* geçmişte fazla toprağa sahiplenmiş kişilerden bu fazlalığı geri almıştır, Bu da açıkça gösteriyor ki, İslam'da mülk araziler üzerinde bile olsa feodal bir düzenin veya toprak ağalığının teşekkülü için ciddi hiçbir neden yok. [2]
Fey-HaracArazisi:
Fey arazi, müslümanların kılıç kullanmadan ve at sürmeden yani anlaşma ve sulh yoluyla elde ettikleri topraklara denir. Bu topraklara, üzerlerine tahakkuk eden vergi türü dolayısıyla "Haraç Arazi"de denir.
Fey veya Haraç arazinin mülkiyeti ilke olarak devlete veya tophıma aittir. Gelirleri de genel ihtiyaçların karşılanmasında kullanılır. Kur'an-ı Kerim'de yer alan fey ve enfal ayetleri bu harcamanın genel esaslarını ve yerlerini belirtir. Üreticiler ve çiftçiler devlete haraç vermek şartıyla bu toprakları kullanır, işletir mamur hale getirir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, fey'de herkesin hakkı var. Ebu Ubeyd, ünlü eseri Kiıa-btıl'l-Emval'de bunu ayrıntılı olarak anlatır. Buna göre, köy ve şehir ahalisi, badiyede oturan göçerler, mevlalar, çocuklar, kadınlar, evli ve bekarlar {evliye iki, bekara bir hisse) İle bir görüşe göre köleler dahi fey gelirlerinden yararlanırlar.
Fey veya Haraç arazi, eğer Mülk Haraç değilse onu işletenler tarafından satılamaz, çünkü rakebesi kendilerine değil, Beytü'l-Mal'e aittir. Yahya bin Adem, Kİiabıı'I-Hamc adlı eserinde, ganimet ve fey hükümlerinin Kur'an'da muhkem olduklarını, bundan dolayı neshedilip yürürlükten kaldırılamayacaklarını yazar.
Fey veya Haraç arazide mülkiyet devletin olduğuna göre. ürünün arttırılması, çalışma hayatının iyileştirilmesi, hedeflenen üretim hacmine ulaşılması için, eğer bir takım alt yapı yatırımları yapmak gerekliyse, Ebu Yusuf a göre bu yatırımları yapmak toprağın gerçek sahibine yani devlete ait bir görevdir.
Fey ve Haraç, İslam hukukunda toprak üzerinde "Devlet Mülkiyeti"ni temellendiren iki anahtar terimdir. Nitekim Arazİ-i Memleket, Arazi-i Havz, Arazi-İ Emiriye, Arazi-i Sultaniye, Arazi-i Beytü'1-Mal ve Arazİ-i Mirîye (Miri Arazi) gibi çeşitli İsimler alan topraklar sonuçta Devlet Müfkiyeti'nİn farklı adlandırmalarından başka bir şey değildir.
Sulh yoluyla ele geçirilen araziler (Beni Nadir), savaş yoluyla ele geçirilse dahi devlet başkanının içtihadıyla fey statüsüne sokulan araziler (Sevad), Mülk Öşür ve Mülk Haraç iken varıssiz rakebesi devlette kalmak §arüyle İh-ya'ya verilen araziler veya sahipsiz, metruk araziler devlet mülkiyetinin temelini teşkil eder.
Genel kanaate göre bu toprakların satışı yapılamaz. Kiraya verilip verilemeyeceği konusu İseihtilaflıdır; mirasyoluyla İntikal edebileceklerini Şafii ve Maliki hukukçular kabul etmemişlerdir. Mirasa konu olsalar bile, mirasla intikal edecek olan, toprağın kendisi ve mülkiyeti değil, onu işletme ve ondan yararlanma (in-tifa) hakkıdır. Hz.Ömer, devlet mülkiyetindeki topraklan tıpkı mevat arazilerde olduğu gibi, üzerindekiler tarafından üç yıl işletilmedİk-lerİ takdirde onlardan alıp bir başkasına verme ilkesini getirmiştir. Devlet mülkiyetindeki topraklarda yaşayanların müslüman olmaları halinde, onlar üzerindeki cizye yükümlülüğü kalkar, ancak toprak "haraç arazi" olma vasfını korumaya devam eder. Mülkiyeti yine devletindir.
Yahya bin Adem, "toprak ilke olarak İmam'ın, yani devletindir" der. "İmam dilerse dağıtır, dilerse bırakır." Ancak çoğu Batılı oryantalist ve tarih araştırıcısı, Doğu İslam toplumlarıyla ilgili araştırma yaparken, Doğu'da-ki mülkiyet ilişkisinde Önemli bir yer tutan bu ilkeyi öne sürerek oldukça yanlış sonuçlara varıyorlar. Bu arada en çok Doğu'da, Hindistan, İran ve Türkiye'deki toprak-mülkiyet ilişkisinin ATÜT'çü kuramla açıklanabileceğini varsayanlar bu yanılgıya düşüyorlar. Onlara göre bu bölgelerin genel coğrafi ve tabii yapısı toprakta özel mülkiyeli elverişli kılmamış, toprağın sulanması, kanal açma ihtiyacı ve üretim sürecindeki zorluklar fertlerin gücünü aşan altyapı tesislerinin kurulmasını gerekli kılmıştır. Bu tabii ve maddi zorluklardan dolayı Doğu toplumlarında devlet tek mülk sahibi olarak ortaya çıkar. Bu olgu Doğu Despotizminin tarihi ve maddi temelidir.
Gerçekte ise toprak üzerinde devletin mülkiyeti, ne özel kişilerin (hükümdar) ne tüzel kişiliklerin (devlet) tabii hakları dolayısıyla ortaya çıkmaz. Sonraki dönemlerde bozulma ne türde ve hangi boyutlarda olursa olsun, teorik hukuk içinde devlet de toprak üzerinde ancak bir koruyucu ve düzenleyici rol oynar. Yoksa temelde ve genel tanıma göre mülk (ve mülkiyet) Allah'ındır, devletin veya devlet başkanının değil. Nitekim HzAli, bu duyarlı konuya dikkat çekerek: "Haracı devlet başkanının mülkü gibi kabul etmek küfürdür. Çünkü o, Beytü'l-Mal'inyöneticİsi ve yetimin malını idare eden bir vasi gibidir"demiştir. [3]
İkta Arazisi:
Devlet mülkiyetinin bir başka çeşidi de ikta'dır. İkta, devlet başkanının bey-tü'1-Mal'e ait topraklardan bir şahsa veya bir aileye bir miktar toprağı "mukataa usulüyle" vermesidir. İslam Öncesinde varolan ikia düzeninde, ikia ya devlei veya Feodal beyler eliyle şahıslara verilirdi, toprakta çalışanlar da kendi temel ihtiyaçları dışında kalan gelirin tümünü devlete veya feodal beye verirlerdi. İslam dini getirdiği yeni düzenleme İle bu uygulamayı kökten değiştirdi, üreticilere belli miktarda vergi koydu. İslam hukukçuları en doğru uygulama olarak devletin kendi maddi kaynaklarını kendisinin İşletmesini uygun görürler, ancak devlet bir takım toplumsal maslahatlar gözeterek, kişinin veya üretici ailenin işleyebileceği miktarı ikta etmesi lazım. Hz.Ömer, bu ilkeye hassasiyetle uymuş, işleyebileceğinden fazlasına sahip olanlardan toprakları geri almıştır.
İkta sis temini gerekli kılan maşlahın çeşiıti nedenlere dayanabilir. Daha çok toprağın işlenebilir hale gelmesi, Bcytü'l-MaPe ait gelir kaynaklarının arttırılması, çalışabilir durumda çiftçi ailelerin topraklandırılması, nüfusun bir yerde temerküz etmesinin Önüne geçilmesi vb...
İki tür İkta'dan söz edilebilir:
l- Tcmlikiikta:Toprağın mülkiyetini şahıslara vermek üzere yapılan ikta. Bunun ilk örneğini Hz.Pcygamber'in Zübeyr bin Avvam'a Naki adlı bölgeyi ikia etmesi teşkil eder. İkia, Haraç Arazi'den, Mevat veya Mamur araziden yapılabilir. Ancak yine de İkta'da mülkiyet biçimini çoğunlukla toprağın kendisi, bir başka ifade İle İslam'a geçiş şekli tayin eder. Bu, diğer mülkiyet biçimlerinde de gözetilen esaslı bir konudur.
2- İstİğlalcn İkta: Toprağın sadece yararlanma (intifa) hakkının ikta edilmesine istiğlalen İkta denir. Bu ikta biçiminde mülkiyet devlete aittir, fertlere geçmez.
Genel bir ilke olarak, toprak hangi amaçla Lktü'a verilmişse, o amacın dışına çıkmak yasal değildir.
Mülkiyete geçirilmek üzere ikta edilen toprak. Mülk Arazi gibi satılır, vasiyet veya hibe edilirve miras olarak başkalarına intikal eder. İstiğİalen ikta'da ise bu hükümlerin hiç biri geçerli olmaz.
Gerek Hz.Peygamber'in gerekse ilk halifelerin toprağın vergisini ikta ettiklerine dair elimizde hiç bir tarihi kayıt yok. Çünkü verginin iktaı iltizam usulünden başka bir anlam ifade etmez. Bir diğer nokta, bu ilk iktalarm tümünde ihtiyaca ve İşlenebilecek kadar miktarın İk-taına özel bir önem verilmiş olmasıdır. Bu da diğer toprak çeşitlerinde olduğu gibi toprak Üzerinde feodalitenin veya toprak ağalığının teşekkülüne karşı gözetilmiş esaslı bir tedbirdir.
Toplumun ortaklaşa kullanımda tuttuğu alanlar ikta edilemez; haksız ve yanlış ikta iptal edilirve Ebu Yusuf un belirttiği gibi üç yıl boyunca metruk bırakılan ikta arazisi sahibinden geri alınır.
Şu bir gerçek ki, İslam Öncesinde Hindistan, İran ve Doğu Roma'nın hüküm sürdüğü geniş topraklar üzerinde köklü bir ikia sistemi vardı. Ancak bu sistem feodal bir nizam içinde vü-cud bulmuştu. İslamiyet bu yerlere girdiğinde ilk İş olarak sistemi yeniden düzene soktu, feodaliteyi kökten kaldırarak, yerine köylünün, çiftçinin toprak Üzerinde devlete vergi veren özgür bir konuma yükseltilmesini sağladı. Feodalitede yeryer toprakla birlikle üzerinde çalışanlar da toprak sahibinin mülkü kabul ediliyordu. Bu açıdan bakıldığında İslamiyet'in toprak düzeninde köklü bir devrim yaptığı söylenebilir. İslam'da uygulanan İkta sistemi ile Avrupa feodalitesi arasında benzerlikler kurmak ise büsbütün mümkün değildir. [4]
Mevat Anızı:
Kelime anlamıyla nıcvat diri olmayan, ölü demektir. Uzun zamanlar boyunca veya tabii haliyle metruk kalmış, kimsenin malı olmamış, boş, sahipsiz ve harap araziye İslam hukuku literatüründe Mevat Arazi denir. Hz.Peygambcr bu türden arazilerle ilgili ŞÖyle buyurmuştur: "Kim mevat bir araziyi ihya ederse onda hak sahibidir." Bu hadisin daha İslam'ın İlk dönemlerinden itibaren mamur olmayan arazilerin ihya edilmek sureliyle tarıma açılmalarında önemli bir teşvik unsuru teşkil ettiğinde şüphe yoktur. Nitekim sonraki dönemlerde de İslam devleti çeşitli yöntemlerle işlenebilir arazilerin alanını genişletme yolunda çeşitli tedbirler almayı ihmal etmemiştır.
Mcvai bir arazinin ihya edilebilmesi için arazinin öncelikle kimsenin mülkiyelinde olmaması, köy, kasaba ve şehir mer'asım teşkil ci-mcmesİ, koruluk, odunluk gibi amaçlarda kullanılmaması ve yerleşim merkezlerinin mezarlığı sınırları İçinde olmaması gerekir. Ebu Ha-nife ve Evzai gibi büyük hukukçular, mevat arazinin ihya edilebilmesi için devlet başkanının iznini lemel şart olarak öne sürmüşlerdir. Son tahlilde gözönünc alındığında mevat arazi mülk arazi statüsündedir; ama ihya edilmeden satışa çıkarılamaz ve genci hükme göre de üç sene boyunca çalıştırılmayan arazi onu devlet izniyle ihya etmek üzere alan sahibinden geri alınır, bir başkasına devredilir. Hadiste de bııyurulduğu gibi, araziyi ihya eden, başkalarına göre "öncelikle hak sahibi" (ehak) dir, yoksa her durumda gerçek ve nihai maliki değildir.
İhya'dan sonra ise satış, kira, ortaklık vb. muameleler mümkündür. Arazi öşür ise öşür, ha-racİ ise haraç vergiye labi tutulur. Ebu Yu-sufun deyişiyle, İhya bir tür ikta'dır; ancak ik-tadan farklı olarak ihya'da taleb mülk sahibi devletten bireye değil, bireyden devlete gelir. Doğal olarak ikta'da da doğrudan devletten toprak talebinde bulunmak mümkündür.
İhya yoluyla mülkiyelin gerçekleşmesi için, toprağı temizlemek, tohum ekmek, fidan dikmek, bina inşa etmek, nadasa bırakmak, sulamak, sulama İçin ark veya kanallar açmak, bendler yaptırmak, sed çekmek, araziyi çevrelemek, varsa bataklığı kurutmak vb. işlemleri yapmak gerekir. Bunların her biri arazinin durumuna ve kullanılış amacına göre tek tek veya topluca yapılması gereken işlerdir.
Vakıf Arazisi: İslam hukukunda tasnife giren ve tamamen özel bir statüde mütalaa edilen bir arazi çeşiti de Vakıf Arazi'sidir. Bilindiği gibi vakıf, kapsamı genis. bir alan olup arazi dahil her türlü taşınır ve taşınmaz malları içine alır. İslam kaynaklarına göre ilk vakıf Örneklerine Asr-ı Saadct'lc rastlanır ve ilk vakıf Hz.Ömcr'c aittir.
İslam tarihînde vakıf konusu etrafında çok zengin bir literatürün oluştuğu muhakkaktır.
Bu kaynaklarvakfm niteliği, şartlan, mülkiyeti, yönetimi, işletilmesi vb. konulara ilişkin etraflı bilgileri ihtiva eder. Vakıf araziler sözko-nusu olduğunda genel ilke olarak, vakfa ancak Mülk Arazi, Öşür veya Mülk Haraç arazilerin konu olabileceği söylenmelidir. Bu kapsama tabii olarak Temliki İkta ve Temliki İhya arazi çeşitleri de dahil edilebilir. Vakfın amacı, Allah'ın rızasını gözeterek bîr toprağın gelirini amacına uygun olarak harcamak, akarını Allah'a vakfetmektir. Vakıfla amacın maruf yani İslam'ın temel hükümlerine ve ruhuna uygun olması şartı aranır. Münkeri amaçlayan vakıf sahih vakıf değildir.
Bundan ayrı olarak tarihle Sahih Vakıf ve Sahih Olmayan Vakıf olmak üzere iki vakıf türüne tanık olunabilir. Sahih Vakıf, kuruluş amaçları yanında mülkiyeti ferde ait arazi vakfıdır. Mülkiyeti devlete aİl olup intifa hakkı vakfedümişse devlet başkanı istediği zaman bunu iptal etme yetkisine sahip olduğundan buna Sahih Olmayan Vakıf (Gayr-ı Sahih Vakıf) denmiştir. Tarih boyunca vergi kaçırma amaçlarıyla kurulmuş çeşitli vakıflara rastlamak mümkünse de, vakıflar genel olarak topluma sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda yaygın hizmetler taşıyan, zaman zaman devletin yapması gereken faaliyetleri yüklenen yararlı kurumlar olmuşlardır.
İslam toprak hukukunda yukarıda anlattığımız toprak çeşitlerinden başka Savafi, Metruk, Adi vb. arazi çeşitleri de var. Ne var ki bunlar, genel çerçeveyi değiştirecek nitelikte değildirler.
Başta İbn Suud olmak üzere bir çok İslam hukukçusuna göre, bugünkü İslam dünyasını mevcud hukuki çerçeve içinde ele almak gerekirse şöytebirtablo ortaya çıkar: Arap yarımadası, Küfe, Yemen, Kuzeyde Şam'a ve Batı'da Kızıldentz'c kadarki topraklar Mülk Arazi; Irak, Suriye ve Mısır Haraç Arazi; Anadolu ve İran ise Miri Arazi statüsünde olan topraklardır.
Ali BULAÇ
Bkv..ATÜT, Vakıf. [5]
[1] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları: 1/67-71.
[2] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları: 1/71-72.
[3] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları: 1/72-73.
[4] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları: 1/73-74.
[5] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları: 1/74-75.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.